21 Ocak 2019 Pazartesi

Hava soğuk. Çok soğuk.






           Hava serindi. Güneş ufuktan bir mızrak boyu yükselmişti. Odanın boş olduğundan emin olan genç adam yumuşak adımlarla içeri süzüldü. Oda daha on saat kadar boş olacaktı. Güneş batana kadar. Bol zamanına karşı acele ederek kilitli dolabın kilidini açmaya başladı. Kilitler konusunda her zaman bir facia olan genç adamın bu sefer şansı yaver gitti ve kilidi açmayı başardı. Uzun, kıvırcık siyah saçlarını cebinden aldığı siyah bir tokayla ensesinde topladı. Terleyen ellerini pantolonuna sildi ve çekmecedeki siyah deri kaplı kitabı özenle aldı. Ağır adımlarla odanın ortasındaki mermer masanın önündeki geniş koltuğa oturdu. Heyecandan nefesi kesik kesik alıp veriyordu. En sonunda arkadaşının gizli güncesini ele geçirmişti. Gerçi fazla kolay olmuştu ama işin en zor kısmının bu işe girişmeye karar vermek olduğunu düşünüyordu. Daha fazla zaman kaybetmeden ilk sayfayı çevirdi. Boştu. Her zaman titizlik abidesi olan arkadaşı ilk sayfayı boş bırakmıştı. İkinci sayfayı da çevirdi ve kan kırmızısı yazılar önünde uzanmaya başladı.

          Ne yazacağımı bilmeden saatlerdir bakıyorum bu boş sayfaya. Benim sahip olduğum potansiyele sahip biri için bu durum ölümcül olabilir. Tıpkı o ünlü yazarın dediği gibi. Hava soğuk. Çok soğuk. Yıllardır bu kadar soğuk olmamıştı. Üzerinde hiçbir yaprağı kalmamış dallar biraz önce kapattığım penceremin camına vuruyorlar. Üşüyorum...
          Karşımda oturan kızı inceliyorum. Yirmili yaşlarında olduğu yüzünden, ellerinden açıkça belli oluyor. Fakat aslında henüz on dokuzunu yeni doldurdu. Biraz önce masamın üzerinden aldığı bebek yumruğu büyüklüğündeki elması inceliyor. Odamı aydınlatan yüze yakın mumun ışığı elmasın sayısız kenarından kızın güzel gözlerine yansıyor. Çok güzel gözleri var. Açık bir yaz günündeki masmavi deniz gibi parlıyorlar. Sarının hemen hemen bütün tonlarını içeren uzun saçları çıplak omuzlarından kollarına dökülüyor. Üzerindeki koyu lacivert kadife elbise, oturduğu siyah koltukla mükemmel bir uyum içinde. Elması defalarca ellerinde çeviriyor, onu mum ışığında daha çok parlaması için farklı açılarda tutuyor. Sonra beklenti içinde bana bakıyor. Bir insanı tamamen tutsak edecek mükemmellikte bir yüze sahip. Gözlerini yavaşça gözlerimden boynuma taktığım kan kırmızısı fulara kaydırıyor. Dudaklarını büzüyor, gözlerini kısarak tekrar gözlerime bakıyor. Bir insanı tamamen eritebilecek güçte bir cazibeye sahip. Ne yazık ki bu tür hisler benim için artık hiçbir şey ifade etmiyor. Ayağa kalkıyorum ve kızın arkasına doğru geçiyorum. Odanın yan tarafında duran arkadaşımı görüyorum. Yılların eskittiği siyah perdelerimin arasında koyu yeşil kıyafetiyle tam bir tezat oluşturuyor. Önümdeki koltukta oturmakta olan kızı inceliyor tüm dikkatiyle. Tüm detaylarını, vücudunun açıkta kalan her kıvrımını hafızasına kazıyor sanki. Göremediklerini de tahmin ettiğine hiç şüphem yok. Sonra kafasını kaldırıp bana bakıyor. Siyah, uzun, kıvırcık saçlarını elinin ufak bir hareketiyle düzeltiyor. Hiçbir şey söylemiyorum. Ve kaçınılmaz olarak gözleri tekrar güzel kıza kayıyor. Erkeklik duygusunu tatmin ettiği uzun bir bakışın ardından derin bir nefes alıyor. Onun kız hakkındaki düşünceleri benim için saçma geliyor ama hislerine saygı duyuyorum. Yavaşça kapıya doğru yürüyorum. Kız arkamdan durmam için sesleniyor. Aldırmıyorum. Kapıyı kapatırken son kez o güzel gözlerine bakıyorum. Ondan etkilendiğimi fakat naz yaptığımı, ağırdan aldığımı zannediyor. Hiçbir şeyden haberi yok. Benim ülkemden, benim şatomdan canlı çıkamayacağının bilincinde değil. Onun diğer kızlardan farkı yok. Tamam, belki Tanrı’ nın lütufları olan güzelliğe ve cazibeye daha fazla sahip fakat bunların benim gözümde bir değeri yok. Elindeki elmasa, belki de hayatı boyunca asla göremeyeceği kadar çok para değerindeki elmasa bakan boş gözler... İfade yeteneğinden yoksun kusursuz bir yüz... Gerçekleri kavrayamayacak kadar yetersiz bir zihin. Arkadaşım onula istediğini yapmakta serbest. Bunu ona daha önceki konuşmamızda belirtmiştim.
          “Ona istediğini yapmakta özgürsün... Tabii senin farkına varırsa.” demiştim. Sözlerimdeki imayı yanlış anlamış ve bana hiddetlenmişti. Onun fiziksel görünümüyle ilgili hakarette bulunduğumu iddia etmişti. Fakat ben ona kızın gömleğindeki gerçek inciden yapılmış düğmelere çok daha fazla ilgi gösterdiğini söylemek istemiştim. Beni yanlış anlamıştı. Bu da bir gelişme diye teselli ettim kendimi. Bazen beni hiç anlamıyordu.
          Çok soğuk. Ayak bileklerime kadar gelen siyah pelerinim bile beni bu soğuktan korumayan yetmiyor. Yavaş ama emin adımlarla odama çıkan merdivenleri aşıyorum. Odam sessiz. Her zaman öyle olmuştur. Duvarlarımı kaplayan sayısız kitaba göz gezdiriyorum. Kısa bir aramadan sonra aradığım kitabı buluyorum. Canım sıkılıyor. Çok güvendiğim hafızam beni her gün daha fazla yanıltıyor. Kitabı buraya koymadığıma yemin edebilirdim. Uzun siyah granitten masama oturuyorum. Önümü aydınlatan on üç siyah ve dokuz kırmızı mumu aceleyle fakat özenle yakıyorum. Kitabın sararmış sayfaları sanki itiraz çığlıkları atarcasına çıtırdıyorlar. Fakat fazla direnemeden içlerinde gizledikleri bilgileri benimle paylaşıyorlar. Çok özel bir şey arıyorum. Olmayan bir şeyi arıyorum. Ne kadardır aradığımı gerçekten hatırlayamıyorum (hafızam artık iyice canımı sıkmaya başladı). Tek bildiğim şey çok uzun zamandır arıyorum. Belki yirmi yüzyıl, belki daha fazla.
          Artık benim iyiliğimi pek fazla kişi istemiyor, onları suçlamıyorum. Benden korkuyorlar. Haklılar. Ben bir canavarım. Onlara görmek istemedikleri gerçekleri gösteren bir canavar. Anlamadıkları şeylerle onları yargılıyorum. Amacım onların iyiliğini istemek falan değil. Kesinlikle. O kadar iyi kalpli olmadım asla. Bunu yapmamın tek sebebi onların gereksizliklerine duyduğum inanç ve onların varoluşlarına duyduğum tiksinti. Çünkü ben bir canavarım. Benden korkuyorlar. Korku. Arkadaşım da benden korkuyor. Ve hatta inanıyorum ki onu bu şatoda tutan şey de bu korku. Bende korkuyorum. Aradığımı bulamamaktan korkuyorum. Ben benim gibi birini arıyorum. Etrafına benim gibi bakan, benim gördüklerimi hatta benim göremediklerimi gören birini arıyorum. Etrafımda birçok kız var. Ama hiçbiri bana eş değil. Ukalalığımdan ve tarzımdan onur duyuyorum. Saf ve boş bedenler benim kişiliğimin ardındalar. Benden korkmayacak, benim sözlerimin ve bakışlarımın ardını görebilecek birisini arıyorum. Aslında kendimi kandırıyorum. Ben bile kendimi anlamazken beni anlayan birini nasıl bulabilirim. Yeryüzünü defalarca dolaştım. Bir çok boş beden ve bu boş bedenlerin etrafında dolaşan bir çok ruhsuz bedene tanık oldum. Onları öldürdüm. Tekrar tekrar öldürdüm onları. Ölüm benim örtüm olana kadar. Ve şimdi kendi yalnızlığımda, olmayanı arıyorum.
          Hayal ediyorum, düş kuruyorum. Ölüme bakan donuk bakışlar. Birçoğunun kaçtığı ve diğer yarısının da karşılaşmaktan korktuğu gerçeklerle tanışmış ve bunların ardında ezilmemiş birisini hayal ediyorum. Nefretimi söndürebilecek, beni baştan yaratacak birini hayal ediyorum. Bu dişi farklı olmalı, tıpkı benim gibi. Gösterdiğinden fazlasına sahip olmalı ama olmadığı bir şey gibi görünmemeli. Ölümün üzerime örttüğü sıcak pelerini minnetle karşılayıp kendi siyah pelerinini de üzerime örtmeli. Ozanların söylediği gibi; “Yatağımda bir sevgili, zihnim için bir silah” olmalı.
          Üşüyorum. Uzun, çok uzun zamandır beslenmedim. Hissedemediğim birçok şeyin yanında üşümek bana eski zamanlardan bir çağrışım yapıyor. Bu hissi seviyorum. Serin rüzgarın esmesi, onu bedenimde hissetmem, saçlarımı dalgalandırması. Ve güneş ışığı. Ona bu kadar hasret duyacağımı ve bu kadar nefret edeceğimi asla hayal edemezdim. Ve ben çok hayalperestimdir.
          Çıplak ayakların aşınmış mermer merdivenimin üzerinde çıkardığı sesler çalışmamı bölüyor. Ufak bir iç çekiş ve kapımın hafifçe çalınması takip ediyor bu rahatsızlığı. Cevabım beklenmeden kapım açılıyor. Zihinsiz dişiler asla doğru davranamazlar zaten. Güzel kız çekingen bir tavırla odama giriyor. Üzerinde hala ona verdiğim kadife elbise duruyor. Ayakkabılarını kayıtsız bir tavırla elinde tutuyor. Şatoma ilk geldiği haline hiç benzemiyor. Yağlı kısa saçları artık tertemiz ve beline geliyor. Yıllarca ahırda çalışmaktan ellerinde oluşan nasırlardan artık eser yoktu. İnce uzun parmakları bakımlı. Yavaşça masama doğru yaklaşıyor. Odamdaki halıya çıplak ayaklarıyla basıyor. Halımın parlak tüyleri eziliyor (kahretsin çok sinirleniyorum). Güzlerinde yaramazca olduğunu düşündüğü (benim ise tiksindiğim) bir gülümseme var. Tek bir emir sözcüğü ile onu öldürebilirim. Fakat bunu yapmak için çok yorgunum, çok üşüyorum. Ayrıca artık insanları sözlerimle öldürmek bana ayrı bir zevk vermeye başladı. Sadece cevap verecek kadar zeki olmayanlar için hala eski yöntemlerimi kullanıyorum.
          “Beni istiyorsun.” demeye cüret ediyor aptal kız. Şatomda geçirdiği beş uzun yıl boyunca onunla hiç konuşmadım. Asla. Şimdi de bu geleneği bozma niyetinde değilim. Çünkü nasıl olsa sözlerimi anlayacak kadar düşünme kapasitesi yok. Vücudundaki tüm kan beynine gitmek yerine büyük göğüslerinde toplanıyor olmalı.
          “Ben de seni istiyorum.” diye devam ediyor bir yandan da elbisesini üzerinde tutan kurdelelerden birisini çözerken. Neyle, kiminle konuştuğundan habersiz. Ayağa kalkıyorum. Sanırım beni yanlış anladı. Daha hızlı hareket ederek diğer kurdeleyi de çözüyor ve elbisesi gayet istemsiz bir şekilde çıplak ayaklarına düşüyor. Kızın kalbinin daha hızlı atmaya başladığını adeta hissediyorum. Davetkar dili dudaklarının üzerinde gezdiriyor. Yavaşça ona yaklaşıyorum. Kan kokusu alıyorum. Kollarını bana sarılmak için uzatıyor. Göğüs uçları kızın biraz sonra olacaklarla ilgili tahminlerini açıkça belli ediyor.
          Fakat bir saniye sonraki yüz ifadesi görmeye değer. Deniz mavisi gözleri önce şaşkınlık ve daha sonra katıksız bir korkuyla açılıyor. Geri gitmeye çabalarken ayakları az önce çıkarttığı elbisesine takılıyor ve yere düşüyor. Korkusunun kokusunu alıyorum. Beceriksiz bir çeviklikle ayağa kalkıyor. İki uzun adımda yanına geliyorum. Biraz önce belirttiği üzere “istediği adam” yanında ama pek o kadar da mutlu görünmüyor. Gözlerindeki saf korkunun tadını çıkarmak için bir an tereddüt ediyorum. Çıplak kızın ağzından sesiz bir çığlık çıkıyor. Çok nadir bulunan bir tür kaplanın derisinden yaptırdığım halımın kan lekesi olmasından nefret ediyorum. Kana yazık oluyor. Bunu bir daha yapmayacağıma dair kendime söz veriyorum. Kim bilir daha önce kaç kere daha bu sözü vermiştim kendime. Hafızam beni sinir ediyor. Odamın ortasındaki pisliği toparlaması için uşaklardan birini çağırıyorum. Uşağımın bu işten normalden fazla derecede bir zevk aldığını biliyorum. Hatta kendi özel dairesinde bunlardan bir koleksiyon yaptığından şüpheleniyorum. Odam temizlendikten sonra tekrar masama oturuyorum ve çalışmama, arayışıma geri dönüyorum. Ama rahat edemiyorum. Çünkü aklımda bir soru var. Ben bu kızı neden burada tutuyordum? Lanet hafızam. En yakın zamanda buna da bir çözüm bulmalıyım. Daha sonra bir şeyler hatırlıyorum. Arkadaşımın da beslenmeye ihtiyacı var. En azından farklı, daha insani bir biçimde. Fakat sanırım az önce çok leziz bir yemeği berbat ettim. Ama o kızın arkadaşımın insani dürtülerini tatmin etmekten daha önemli bir amacı olmalıydı. Şimdi olmasa bile, gelecekte hatırlayacağım. Umursamıyorum. Masamdaki mumlardan biri bitiyor. Yenisini yakıp okumaya, yeryüzünde bulamadığım mucizeyi kitaplarımda bulmaya çalışıyorum. Üşüyorum. Hem de çok fazla...
                                                            *                               *                               *
          Güneş henüz battı. Yere kadar uzanan pencerelerimi sonuna kadar açmama rağmen odam kapkaranlık. Fakat ışığa ihtiyacım yok. Henüz zaman çok erken de olsa avlanmak üzere kendimi gecenin kollarına, sislerin içine bırakıyorum. İstediğim yada eksikliğini hissettiğim için değil, mecbur olduğum için besleniyorum artık. Hayvanların kanlarıyla beslenemiyorum. Ağzımda çürük, kül tadı gibi bir lezzet bırakıyorlar. Kendimi çok zorlamama rağmen midemde o bozuk kanı tutamıyorum. Bu ülkede, benim ülkemde herhangi bir canlının olamayacağı kadar sessizce köyün ortasına iniyorum. İsmini iki asır kadar önce zihnimden çıkartmıştım. Dün karar verdiğim eve doğru ilerliyorum. Üzerimde ipek beyaz gömleğim, siyah ceketim, kan kırmızısı fularım ve siyah pantolonum var. Diğer insanların süslü elbiselerine benzemiyorlar, zaten hiçbir zaman onların modalarını takip edecek kadar küçülmedim. Kapıyı hafifçe çalıyorum. Kısa bir beklemenin ardından geçen yıllarda kocasını basit bir bar kavgasında kaybetmiş olan kadın kapıyı açıyor. Otuz yaşlarında olan kadının üzerinde transparan sayılabilecek bir gecelik ve bu görüntüyü örtmek için üzerine beceriksizce geçirilmiş koyu mavi bir ceket var. Güzel sayılabilecek bir yüzü ve yaşına göre oldukça formda bir vücuda sahip. Beni görünce şaşırıyor ve irkiliyor. Efendisinin gecenin bu saatinde evinin önünde ne aradığını merak ediyor olmalı. Dinleme zahmetine dahi girmediğim bazı şeyler mırıldanıyor. Hiç kıpırdamadan duruyorum. Nadir zayıflıklarımdan biri, davet edilmeden içeriye giremem. En sonunda uykusunun verdiği sersemliği üzerinden atıyor ve beni içeriye davet ediyor. Yavaş bir adımla içeriye girip kapıyı kapatıyorum. Beslenme zamanı...
          Şatoma henüz dönmüştüm ki aklıma gerçekten çok can sıkıcı bir şey geliyor. Bu akşam misafirlerim gelecek. Kulağa ne kadar tırmalayıcı geldiğini fark ederek buna daha uygun bir kelime bulmaya çalışıyorum. Baş belaları? Evet bu olabilir. Kıvırcık arkadaşımın iki dostu bu akşam şatoma davetliler. Arkadaşımın üzerine çalıştığı sanat ile ilgili farklı bilgilere sahip olduğunu düşündüğü bir büyücü ve onun eşi. Başımdan def edemediğim zamanlarda arkadaşım zihnimi gelecek olan iki konukla ilgili gereksiz bilgilerle doldurmuştu. Gelecek olan büyücü uzun boylu, uzun saçlı biriymiş. Onu daha önce hiç görmemesine rağmen (sadece mektuplaşmışlar) hakkında saatlerce konuşabilmesi, bana arkadaşımın aslında hayatta gördüklerine değil de görmek istediklerine inandığı düşüncesini verdi. Pelerinimi çıkartıp özenle dolabıma asıyorum. Çok fazla titiz ve tertipli olmamamla birlikte estetiğe önem veririm. Kendime bir bardak şarap dolduruyorum. İçmek için değil elbette, midemin bunu kaldıramayacağını biliyorum, sadece gelecek olan konuklarımı olmadığım şey olduğuma inandırmak için basit bir numara. Olduğum şeyden utandığımdan değil, onların tepkilerinden iğrendiğim için. Ezilesi böcekleri görmek için gayet istemsiz adımlarla ana girişe doğru ilerliyorum. Neden bu lanet olaylara, arkadaşımın gereksiz isteklerine katlanıyorum diye kendime soruyorum. Cevap çok basit. Sahip olduklarım karşısında ödediğim bedel bu. Koridorda bir uşakla karşılaşıyorum. Az kalsın bana selam vermeden geçecekti! Varlığımın sırlarını kontrol etmek gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Ama eskiden böyle değildi. Bana hizmet eden kölelerim vardı, isminin bu düzlemde söylenmesi bile felaket getirecek korumalarım vardı. Ama çok erken bir zamanda bütün bunların gereksiz olduğunu fark ettim. Tüm çabalarımın karşısında sefil ölümlü ırklar vardı. Hepsini yok ettim. Ve eskiye dönmeye, farklı olup kendimi bulmaya çalıştım. Ama şu anki varlığımı da bırakamadım. Arada sıkışıp kaldım. Bazen bu düşüncelerin beni yok edeceğini düşünüyorum. Fakat o zaman şimdi değil, çünkü karmaşık düşüncelerim kapıdaki muhafızın bağırmasıyla bölünüyor. Geldiler. Arkadaşım apar topar koşarak kapıya, gelenleri karşılamaya gidiyor. İçeriye ilk olarak açık mavi pelerini arkasında dalgalanan zırhlı bir adam giriyor. Büyücüden çok bir savaşçıyı andırıyor. Elinde tuttuğu ağır gürze ve göğüs zırhındaki sembole dayanarak onun bir ruhban olduğunu anlıyorum. Bir an için başım döner gibi oluyor. Arkadaşım bu sefer sınırları fazla zorluyor!
          Arkadaşım ruhban ile selamlaşırken bende yavaş adımlarla merdivenlerden iniyorum. Sonra kapıdan içeriye birisi daha giriyor. Artık merdivenlerin sonuna geldiğim için açık kapıdan dolunay tam karşımda duruyor. Ayın dolgun ışığını arkasına aldığı için giren silueti tam olarak seçemiyorum. Gelenin bir dişi olduğunu bildiğimden minyon tipli olmasını normal karşılıyorum. Kadın içeri girdikten sonra muhafız kapıyı kapatıyor. Ve ben o anda olduğum yerde donup kalıyorum. Eğer varoluşumda nefes almaya bağımlı olsaydım o an orada ölebilirdim. Hayatımda (ki bu gerçekten çok uzun bir süre) bu kadar güzel bir kız görmemiştim. İlk andaki şokuma atlatınca bir dişiye “kız” diye hitap ettiğimi ve daha da garibi onu “güzel” olarak değerlendirdiğimi fark ediyorum! Yanlarına yaklaşıyorum. Önce ruhban ile daha sonra da kız ile tanışıyorum. Ruhban isminin yanardağların zirvesini ifade eden basit insan terimlerinden biriyle alakadar olduğu konusunda gevezelik ediyor. Ona aldırmıyorum. Tüm çabamla artık güvenimi yitirmiş olan hafızama kızın ismini kazıyorum. Benim gibi ruhsuz bir canavarı bile tebessüm ettirecek ezgisel bir ismi var. Kızın elini alıp dudaklarıma götürüyorum. Kemik beyazı bir teni var (neredeyse benimki kadar soluk). Teni o kadar beyaz ve ince gözüküyor ki biraz uğraşsam sanki kemiklerini görebileceğim. Zarif bir hareketle pelerininin başlığını çıkartıyor. Uzun ipeksi saçları omzundan aşağıya dökülüyor. Bakışlarını –ölüm kadar soğuk ve acımasız bakışlarını önce arkadaşıma sonra da bana çeviriyor. Gözlerinin altında hafif siyah çizgiler var. Gerçek kan renginde ince dudaklar ve uzun zamandır kendimde bile göremediğim özgüveni mükemmel bir zarafet ile taşıyan zeki bir ifade var yüzünde. Kendimden beklemediğim bir nezaketle onları, eskiden misafirlerimi ağırladığım büyük salona davet ediyorum. Arkadaşım ruhban ile sohbet ederken eşi olan dişi tüm dikkatiyle salonun duvarlarını inceliyor. Önce duvarlarımdaki tablolara bakıyor. Tablolarımın çoğu yüzlerce yıl önce yaşamış olan ve isimleri hala saygıyla anılan ressamlar tarafından bizzat benim için yapılmıştı. Bu bir insan için bile çok genç sayılacak yaşta olan dişi o sanatçıların adını bile duymamış olmalı diye düşünüyordum. Fakat güzel kız (ona böyle hitap etmek daha çok hoşuma gidiyor zaman geçtikçe) sanki her tabloyu yapan sanatçıyı bizzat tanıyormuş, o ressamın tablolarını yaratırken kullandığı sanatsal tekniği biliyormuş gibi resimlere uzun uzun bakıyordu.
          “Bu Arkhon’ un Sessiz Fırtına’ sı değil mi?”
          Güzel kızın sorusu beni gerçekten hazırlıksız yakalamıştı. Ufak şirin burnuyla bana batı duvarındaki Arkhon adlı deli bir ressamın “Sessiz Fırtına” adını verdiği tabloyu gösteriyordu. Deli sanatçıyla bizzat tanışma fırsatım olmamıştı ne yazık ki (ben doğmadan 23 yıl önce ölmüştü). Fakat hakkında anlatılan efsane daima ilgimi çekmişti. Artık ölümüne yaklaştığını hisseden deli Arkhon en muhteşem tablosunu yapacağını ilan ettikten sonra bir tanesi sağına bir tanesi de soluna gelecek şekilde iki tane dev tuvali önüne koymuş. Sağ eliyle sağdaki tuvali sol eliyle de soldaki tuvali boyamaya başlamış. İki gün boyunca ara vermeden resim yapmış ve sonunda farklı elleriyle birbirinin tıpatıp aynısı iki tablo yapmış. Ben bu efsaneye inanmıyorum. Tüm araştırmalarıma karşın sadece bu tabloyu ele geçirebildim. Ve o da bir servete mal oldu.
          “Bir eşinin daha olduğunu bilmiyordum, demek efsane doğruymuş.”
          Yaşadığım şokun sebebini tam olarak kestiremedim. Bu dişi hem bu tabloyu ve onun efsanesini biliyordu, hem de onun diğer eşine, benim bulamadığım kopyasına sahipti. Gözlerimi tüm nefretimle şöminenin yanında oturmuş arkadaşımla gevezelik eden ruhbana diktim. Nasıl onun gibi sefil biri böyle bir cevhere sahip olabilirdi. Madem sahipti neden şu anda başka koltukta oturmuş gevezelik ediyordu? Neden bu güzel kızın dudaklarını öpmüyordu? Ona dokunmadan nasıl nefes alabiliyordu? Kendimi toparlamam ve ruhbana karşı geliştirdiğim kıskançlığımı yenmem pek zamanımı almadı. Arkadaşım bana konuklarımızın yorgunluğu ve dinlenme ihtiyaçları ile ilgili bir şeyler söyledi. Duymuyordum. Tüm duyma yeteneğimi siyah pelerinine sıkıca sarınmış olan güzel kızın nefes alış verişini duymak için kullanıyordum. Pürüzsüz bir cildi vardı. Ufak yüzüyle mükemmel bir orantıya sahip dudakları ve burnu benim gibi bir canavarı bile heyecanlandırıyordu. Bir elfin mucizevi zarafetine, bir insanın kişilik dolu bakışlarına sahip gözleri vardı. Uşaklardan biri konuklarımızı odalarına götürürlerken bende karmaşık düşüncelerle çalışma odama yöneldim. Yorgun bir halde koltuğuma oturdum. Uzun süredir (en son aynaya baktığımdan ve kendimi göremediğimden beri) böyle büyük bir hayal kırıklığı yaşamamıştım. O bir ruhbanın eşiydi. Tanrı’ nın kutsanmış takipçisinin eşi. Varlığına tahammül edebilmek için irademi sonuna kadar kullanmak zorunda kaldığım bir ruhbanın eşi. Tek bir emir sözü söyleyerek masamda duran yirmi iki mumu yaktım. O anda önümde açık kalmış olan kitabı fark ettim. Çalıştıktan sonra yerine kaldırmayı unutmuş olmalıydım. Tamda umursamaz bir tavırla kitabı kapatıyordum ki sayfadaki yazılarda bir farklılık olduğunu fark ettim. Daha dikkatli bakınca yazıların yavaşça saydamlaştığını, gittikçe soluklaşıp okunamaz hale geldiklerini gördüm. Önce büyük bir paniğe kapılıp yazıları geri getirmek için büyüme baş vurdum. Hiçbir işe yaramadı. Sonra yazılar tamamen yok olduğunda yeni bir yazı belirdi. Tek bir cümle. Hala sıvı olan kanla yazılmış tek bir cümle.
                                                                                 
          Yazı çok eskiden kullanılan rün yazısıyla yazılmıştı. Tam tercümesini “Ölümü artık buldun!” olarak yaptım. Ve yazı geldiği yöntemle yok oldu, eski yazılar geri geldi. Kafam gerçekten çok karışmıştı ve bunun olmasına pek alışkın değildim. Yazının, kitabın orijinal sahibinin izinsiz okuyuculara basit bir şakası olduğuna karar verdim. Ay batmıştı ve güneş bir iki saat içinde ufukta görülecekti. Seri adımlarla mahzene, sadece yerini benim bildiğim gizili odama gittim. Bu gün dinlenmeme erken başlamak istiyordum. Düşünülecek, nefret edilecek ve hayal kırıklığına uğranacak çok fazla olay olmuştu bu gün.
          *                               *
          Akşam yemeğinin bitmesine yakın onlara katıldım. Arkadaşım her zamanki gibi tabağında bir miktar yemek bırakmıştı. O artıkları şatomun içinde gezinen kedilere vermeyi neredeyse bir alışkanlık haline getirmişti. Aslında ona bu konuda teşekkür etmeliyim çünkü sayesinde bütün kedilerim (hepsinin renginin siyah olmasıyla benim hiçbir alakam yok) besili ve güçlü kalmışlardı. Masanın başında benim için boş bırakılmış sandalyeye oturdum. Ruhban şatomda içinde geldiğinden beri huzursuzdu zaten, şu anda da pek huzurlu görünmüyordu. Sadece yemeğini yiyor ve arkadaşımla ruhbanların kullandıkları büyü hakkında gevezelik ediyordu. Sonra O’ na baktım. Bir dolunay kadar beyaz ve güzel yüzüne baktım. Siyah oje ile boyanmış narin ama güçlü parmaklarıyla bir parça ekmek koparttı. Uzun saçları hafifçe arkasında toplanmıştı ve beline kadar iniyordu. Muazzam bir güzelliği vardı. Eğer kendi doğamı bilmesem nefesimin hızlandığını söylerdim. Masada yanan mumların ışıkları gözlerinde öyle bir yansıyordu ki, zaten hayatımda gördüğüm en zeki bakışlar olan bakışlarına bir bilgelik, bir gizem katıyordu. Koparttığı küçük ekmek parçasını hemen yanında yerde dolanmakta olan kediye uzattı. Kedinin bu ekmek parçasına bakmaması, ilgilenmemesi gerekiyordu. Zira her gün bolca kırmızı ve beyaz et tüketiyordu. Fakat kedi beni hayretler içinde bırakarak ekmeği kokladı ve sonra da kibarca güzel kızın (güzel kızın adı Enchantress, artık biliyorum) elinden yedi. Bu bana bir ihanetti! Kedilerim, özellikle de bu kedi, benim en değer verdiğim bana en sadık olan kedim benden başkasının elinden bir yemek hatta bir ekmek parçası yemişti! Bunu bir başkası yapmış olsa herhalde o anda can verirdi. Fakat o güzel kıza zarar vermek aklımın köşesinden bile geçmedi. Kedi minnettar bir mırıldanma ile uzaklaşırken ardından baka kaldım. Başımı kaldırdığımda güzel kızın bana bakmakta olduğunu gördüm. O kadar derin gözleri vardı ki, çok uzun süre bakarsan içlerinde kaybolacağımı sandım. Bana o asırlardır hissetmediğim duyguları hissettiren gülümsemesi ile ayağa kalktı. Abartılı bir gülümseme değildi, sadece bir tebessüm. Bir çağlayanın akışı kadar doğal bir tebessüm, bahar rüzgarı kadar çabuk gelip geçen bir tebessüm. Ama o gülümsemenin her saniyesi için bin yılı feda edebilirdim. Masadakilerin meraklı bakışları altında yemek salonunu terk ettik. Önden o gidiyordu, yerleri süpüren uzun pelerinin de bir metre ardından ben. Benim odamın kapısına gelince durdu. Daha önce hiç odama gelmemişti fakat o kadar emin adımlarla yürümüştü ki dolambaçlı koridorlarda, buraya daha önce geldiğinden şüphe duymadım. Zihnimden sessiz bir emirle kapıyı açtım, şaşırmadı. İçeriye girdik. Masamın önündeki rahat deri koltuğa oturdu. Ayak ayak üstüne atınca eteğindeki derin yırtmaç pürüzsüz ve mükemmel bacağını ortaya çıkarttı. Bu kızın diğer kızlardan farklı bir özelliği daha vardı. Mükemmel güzelliği, zeka ve akıl dolu bakışları, bana hissettirdikleri, kültürü, bilgisi, tatlılığı, cazibesi ve çekiciliği dışında bir şey. Bu güzel kızın kılcal damarları diğer tüm insanlardan daha fazla yüzeydeydi. Teninin altında, bileklerinde yer yer mavi damarları görülüyordu. Güçlü kalbinden pompalanan her kan kulaklarımda akıyordu sanki. Bende yerime oturdum, onun tam karşısına. Aramızdaki mermer masa ve henüz yaktığım mumlar ortama gereksiz bir resmiyet katıyordu. Sessizce oturduk. Sonra o güzelim kan kırmızısı dudaklardan öyle öğle üç sözcük döküldü ki, eğer zaten ölü olmasaydım o anda ölebilirdim.
          “Asıl adım Ölüm.” Sözcükler beni bir arbalet oku gibi kalbime saplandı. Kitaptaki yazıyı hatırladım birden. “Ölümü artık buldun!” Bu O! Kendimi bildiğimden beri aradığım kişi. her şeyimi uğruna feda etmeye hazır olacağım kişi. Hep hayal ettiğim, asırlarca aradığım ama varolmadığına karar verdiğim dişi.
          “Lütfen devam et.” dedim. Konuşmasını istiyordum çünkü sesi beni büyülüyordu. Konuşmasını istiyordum çünkü söyleyecek bir şey bulamıyordum. Aklımda o kadar çok düşünce vardı ki, yıllardır bu durum için hayal ettiğim o kadar çok söz vardı ki hepsi birden ağzımdan sığmıyordu. Güzel kız konuşmak yerine masamın üzerinde duran bebek yumruğu büyüklüğündeki elması aldı. Tek bir sessiz emirle odadaki yüzlerce mumu yaktım. Güzel kız bir an bakışlarını aniden yanan mumlara çevirdi. Fakat gözlerinde şaşkınlık yoktu. Sonra o güzel bakışlarını elmasa, yüzlerce mumun ışığını içine hapseden paha biçilemez elmasa. Elması elinde çevirmeye başladı. O elmas belki de dünyadaki en değerli (büyülü olanlar hariç) taştı. Herkesin sahip olmak isteyebileceği bir taştı o, her kadının içinde hapis olacağı bir taş. Heyhat, güzel kız taşa bir süre baktıktan sonra onu ilgisizce masama geri koydu. Şaşırmıştım, hem de çok. Bir dişinin böyle bir hazineye değer verememesini aklım almıyordu. Peki o zaman neye değer verirdi ki?
          “Anlatın bana Sir, bu yerdeki halı leopar derisi mi?”
          Konuştuk, saatlerce. Her konudan, her şekilde konuştuk. Güzel kızın kültürüne ve birikimine hayran kaldım. Ondan çok fazla olan yaşam süreme rağmen, benimle başa baş konuşabiliyordu. Hatta bazı konularda benden daha fazla bilgisi vardı! Doğa üstü olan şeylere daima yatkın olmama rağmen bu dişideki bilgelik, tecrübe kabul edilemez derecede fazlaydı. Yaşına göre çok fazla şey yaşadığı aşikardı lakin onda daha önce hiçbir dişinin sahip olamadığı zeka dolu bakışlar vardı. Dişilerde bu bakışlara alışık olmamamla birlikte (genellikle aptal bir ifadeleri olur ve sadece paraya taparlar), böyle bir konuşma ve kendini ifade kapasitesine de alışık değildim. Bir an benim bizzat tanıdığım ama onun kitaplardan okuduğu bir filozof hakkında tartışıyor, başka bir an kahkahalar atarak başka bir düşünürün yaptığı hataları konuşuyorduk. Gözlerimi dünyaya açtığımdan beri hiç bu kadar içten gülmemiştim. Yemin ederim. Ve yine yemin ederim ki hiç bu kadar mucizevi bir gülümseme görmemiştim. O gülümsedikçe bir an için sanki yeniden nefes alacağımı sandım. Bir ara konuşulacak her şeyi konuşmuş iki kişi olarak sessiz kaldık. O anda karşımda normal bir insan olmadığı kuşkusu beni çok rahatsız ediyordu. Sessizliği bozdum.
          “Saygısızlığımı bağışlayın leydim fakat, yaşınızı merak ediyorum.”
          Davetkar dudaklarının bir köşesi alaylı bir gülümsemeyle kıvrıldı.
          “Ben sizinkini sorsam Sir?”
          Bu soruyu bekliyordum açıkçası. Konuştuğumuz saatler içinde onu biraz tanımıştım. Dürüst davranmaya karar verdim.
          “On dokuzuncu yüzyılımın ikinci yarısındayım.”
          Normal bir insan olsaydım onun bu cevabıma ifadesiz bir şekilde kaldığına inanabilirdim. Ama değildim. Göz bebekleri büyümüştü, kalbi birden daha hızlı atmaya başlamış, ellerinin içi terlemişti. Sanırım verdiğim cevabı kaldırmaya hazır değildi. Ve maalesef ki bende onun cevabına hazır değildim.
          “Sizden dört asır daha gencim lordum.”
          Elbetteki şaka yapıyordu. Benim cevabımı ciddiye almamıştı ve şakayı sürdürmeye çalışıyordu. Hayrı, yüzündeki ifadeye bakılacak olursa şaka falan yapmıyordu. Bir an şüpheye düştüm. Olabilir miydi? Bir efsaneydi ama yalnızca...
          “Elizabeth Bathory?” diye sordum şaşkınlıkla.
Parlak, inci gibi dişlerini göstererek bana gülümsedi. Daha önce hiç bu kadar keskin ve parlak olduklarına dikkat etmemiştim.
          “Kont Drakula?” dedi bana sanki adımı doğrulamak istercesine. Güldüm.
“O sadece insanların uydurduğu basit bir efsane.” dedim. Çünkü öyleydi.
          “Elizabeth de öyle zaten.” Cevabı karşısında ne düşüneceğimi bilemedim. Masamdan kalktım, güzel kızın önüne geldim. Diz çöktüm. Elini tuttum. Hayatım boyunca (ve sonrasında) ilk defa bu kadar gerçeği ifade ederek bir şey söyledim;
          “Seni seviyorum.”
          İlk söylediğimde benim de kulağıma biraz garip geldi. Çok apar topar olmuştu. Saçmaydı. Ama umurumda değildi. O an her şey durmuştu ve bizi seyrediyordu sanki. Güzel kız bana baktı, elini yavaşça çekti. Ayağa kalktı. Bende kalktım. Başını yavaşça yana salladı.
          “Hayır sevmiyorsun. Sadece sevdiğini zannediyorsun.”
          Sonra arkasına bile bakmadan dönüp odamdan çıkıp gitti. Odada yalnız kaldım. Bağırmak istiyordum. Birilerini öldürmek istiyordum. Masama oturdum. Sakinleşmeliydim. Yıllardır aradığımı bulmuştum ama bir saniyede elimden kaçıp gitmişti. Onu gördükten sonra, onsuz bir saniye bile geçiremeyeceğimi anladım. Ve düşünmeye başladım. Savaşacaktım. Gücümün son damlasına kadar savaşacaktım, deneyecektim ve bu güzel kıza onun benim için ne kadar değerli olduğunu anlatacaktım. Onun inanmasını sağlayacaktım!
          Ani bir kapı kapanma sesi kıvırcık saçlı adamın yerinden bir karış sıçramasını sağladı. Yazıya o kadar dalmıştı ki saatlerin birden akıp gittiğini fark etmemişti. Hemen arkasında açık duran balkon kapılarından gökyüzüne baktı. Güneş kan kırmızısı bir alevle ufku yakmaktaydı. En fazla yarım saat diye düşündü genç adam. Sarsaklığı yüzünden kapıyı fazlaca sert kapatan uşağa minnet duyarak hızla odayı terk edip yemek salonuna doğru koşturmaya başladı. O sırada balkonun gölgeleri içinde gizlenmekte olan siyah şekil yavaşça odaya girdi. Elinin ufak bir hareketiyle balkon kapısına yerleştirmiş olduğu illüzyon büyüsünü yok etti. Açık bir geceydi. Onlarca yıldız ve incecik bir hilal şeklinde olan ay gökyüzünü süslüyordu. Karanlık şekil yavaş adımlarla masanın başına geldi. Masanın üzerinde açık olan kitaba baktı. Hangi sayfanın en son okunmuş olduğundan emin olmak için biraz eğilerek kitabı inceledi. Bir an için uzaklardaki eşini düşündü. Eşi, her anlamda. Sonra her zamanki ifadesiz yüzüyle (sadece eşinin yanında ifade kazanan bir yüzü vardı) kitabı ait olduğu yere kaldırdı. İşi şansa bırakmamak için bu sefer çekmeceyi kilitlemedi. Arkadaşının okuması gereken daha çok fazla şey vardı. Uzun pelerinini savurarak pencereye doğru yürüdü. Beslenme zamanıydı...
Devam edecek... .


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.